:::...www.yesil-sancak.tr.gg
  İsrailin Barış Oyunu
 

İSRAİL'İN BARIŞ OYUNU

Oslo'da 1993 yılında yapılan görüşmeler Ortadoğu tarihinde yeni bir sayfa açtı. FKÖ lideri Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin, Amerikan Başkanı Bill Clinton'ın önünde gazetecilere poz verdiler, el sıkıştılar ve Oslo'da başlatılmış olan İsrail-Filistin görüşmelerini bir anlaşma ile somut bir sonuca vardırdılar. Bu anlaşma ile, İsrail ve Filistin tarafları tarihte ilk kez birbirlerini tanımış ve ikili bir metne imza atmış oluyorlardı.

Bu anlaşmayla birlikte, tüm dünyada Ortadoğu'da artık barış rüzgarlarının esmeye başladığı kanaati yaygınlaştı. Yakın gelecekte Ortadoğu'daki Arap-İsrail ihtilafının kalıcı bir çözüme kavuşacağı, barışın Ortadoğu'ya refah ve mutluluk getireceği düşüncesi büyük bir kabul gördü. İsrail'in ikinci adamı konumundaki Şimon Peres'in söz konusu mutlu tabloyu tasvir eden "Yeni Ortadoğu" kitabı en çok satan kitaplar listesinde zirveye ulaştı. İsrail'in "barışçı" görüntüsü, çoğu insanı ikna etmişe benziyordu.

Ancak ilk olarak Şubat 1996'da yayınlanan Yeni Masonik Düzen adlı kitabımızda biz bu görüntünün gerçekleri yansıtmadığını, İsrail'in barışının gerçekte bir "sahte barış" olduğunu yazdık. İsrail'in FKÖ ile anlaşarak, FKÖ ile Hamas örgütleri arasında bir çatışmayı körüklemek istediğini, gerçekte işgal ettiği topraklardan çekilmeye hiç niyetli olmadığını, barışı sadece 'taktik amaçlı bir manevra' olarak kullandığını anlattık. (bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, 1996, s. 508-520)

Aradan geçen 6 yıl, bu görüşün doğru olduğunu ortaya çıkardı. 1990'ların ortalarında esen 'barışçı İsrail' rüzgarlarının gerçekçi olmadığını, İsrail'in işgalci siyasetini sürdürdüğünü bugün tüm dünya kabul ediyor. İsrail'in İntifada'ya bir son vermek için başlattığı sahte barış süreci, İsrail'in baskıcı ve mütecaviz politikasını sürdürmesi üzerine yeni bir intifadaya sebep oldu. Tüm sahte barış tablolarının ardından İsrail'in başbakanlık koltuğuna Lübnan Kasabı Ariel Şaron'un oturması, yani Siyonistlerin barışı değil de işgal ve zulme devamı seçmesi, İsrail'in barışının sahte olduğuna dair yeterince açık bir kanıttı.

Kuşkusuz barışın yok olması ve yerine savaşın yeniden gelmesi sevindirici bir durum değildir. Dilediğimiz elbette Ortadoğu'da barış ve huzurun sağlanmasıdır. Ancak bu barışın adil bir barış olması gerekir. İsrail'in istediği, işgal ettiği bölgelerden çekilmeksizin, yani Müslümanları kendi şartlarına boyun eğdirerek, haksız bir barış elde edebilmektir. Bunun nedeni de, çoğu İsraillinin bir türlü terk etmeye yanaşmadıkları Siyonist ideolojidir.


İsrail ve Filistin yetkilileri arasında yapılan barış görüşmeleri, İsrail tarafının taviz vermeyen tutumu nedeniyle hiçbir zaman sonuç vermedi.

Adil bir barışın gerçekleşebilmesi için gerekli olan şartlar; İsrail tarafının işgal ettiği topraklardan çekilmesi, mültecilerin vatanlarında tekrar dönmelerinin sağlanması, İsrail hapishanelerinde haksız yere tutulan Müslümanların adil bir yargı sürecine girmeleri, Kudüs'ün nihai statüsünün belirlenmesi gibi konulardır. İsrail bu konularda sürekli olarak kendi tezlerinde ısrar etmekte ve tavize yanaşmamaktadır. Bunun nedeni Siyonist ideolojidir.

İsrail bu ideolojiyi terk etmedikçe, hak ve adalet kavramlarına aldırmayacak ve dolayısıyla Filistinlilere yönelik her tasarısı haksız ve adaletsiz olacaktır. Siyonist ideolojiye sahip İsrail için, 'barış' gerçekte uzun bir savaşın içindeki 'taktik amaçlı ateşkes'ten başka bir şey değildir.

1993 yılındaki İsrail-FKÖ Barış Antlaşması ile başlayan sürece geri dönüp baktığımızda, bu gerçeğin teyidi ile karşılaşırız.

 

İsrail-FKÖ Barışı Nereden Doğdu?

Bilindiği üzere İsrail ile Filistin arasındaki çatışmanın uzun bir öyküsü vardır. Ortadoğu, yüzyılın başından bu yana Yahudiler ve Araplar arasındaki çatışmalara sahne olmuş, İsrail'in kurulmasıyla birlikte bu çatışmalar büyük savaşlara dönüşmüştür. 1967'ye kadar olan süreç içerisinde Yahudi Devleti ile Arap komşuları arasında 4 büyük savaş ve daimi bir savaş hali yaşanmıştır. 1967'den sonraki dönemde ise Filistin'in kurtuluşu için çalışan örgütlerin de bu mücadele içinde ağırlığı hissedilir olmaya başlamıştır.

Filistin direnişi, 1967'de İsrail'in tüm Filistin topraklarını işgal etmesi üzerine güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) adı altında farklı grupların birleşmesiyle ortaya çıkan direniş hareketi özellikle 1970'li yıllarda etkinliğini artırdı. 1980'li yıllara kadar FKÖ Filistin halkının mücadelesinde başrolü oynuyordu. Sol görüşlü olan ve Sovyetlerden ve sosyalist Arap devletlerinden aldığı destekle büyük ölçüde ayakta duran örgüt için, 80'lerden sonra İslami hareketin yükselmesi çok şeyi değiştirdi. Özellikle Batı Şeria ve Gazze'de örgütlenen İslami gruplar 1987'de İntifada hareketinin de öncüsü oldular ve hareket bu grupların katkısı ile yürütüldü. 1990'lara gelindiğinde bu hareketler FKÖ ile boy ölçüşecek kadar güçlenmişti. Kuşkusuz bu durum İsrail'in de hedefi değiştirmesine, Sovyet blokunun yıkılmasıyla maddi desteğini yitirip güçsüzleşen FKÖ ile değil, yeni bir kimlik altında güçlenen İslami hareketle ilgilenmesine neden oldu.

Bu dönemden itibaren İsrail, iki ayrı hareketle birlikte mücadele etmek yerine stratejik bir değişiklik yapmaya karar verdi. Yapılacak en akılcı iş, FKÖ'yü Filistin davasının resmi temsilcisi haline getirmek ve FKÖ kozunu diğer Filistinli akımlara karşı kullanmaktı. Elbette bu durum İsrail'in onlarca yıldır devam ettirdiği savaş politikasına göstermelik de olsa ara vermesi anlamına geliyordu. İşte bu strateji doğrultusunda 1990'lı yıllar İsrail ile FKÖ'nün barış sürecini başlattıkları yıllar oldu.

 

"Savaş İçin Barış" Teorisi

Daha güçlü bir hamle yapmak için geri çekilmek, siyaset sanatının ince yöntemlerinden birisidir. İsrail gerektiğinde söz konusu bu 'stratejik geri çekilme'ye başvurmasını biliyordu. Bunun bir örneği, 1979'da İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David Barışı'ndan üç yıl sonra yaşanmıştı. İsrail birliklerinin, Camp David'i imzalamış olan Menahem Begin'in emriyle 1982 yazında Lübnan'ı işgal etmesi sonucunda, Ortadoğu'da barış süreci masalına inananlar büyük bir şok yaşamışlardı. Sabra ve Şatilla'da gerçekleştirilen katliamlar ise İsrail'in barış sürecinden ne anladığını bir kez daha gözler önüne sermişti. Sonuçta ortaya şu çıktı: İsrail, Camp David'i Ortadoğu'da barış istediği için imzalamamıştı. Camp David'le hedeflenen tek şey, Mısır engelinin İsrail'in önünden kaldırılmasıydı. Böylece İsrail daha önemli gördüğü hedefler üzerine konsantre olabilirdi.


Mısır Başbakanı Enver Sedat (solda) ve İsrail Başbakanı Menahem Begin (sağda) arasında yapılan Camp David anlaşmasının hemen ardından Lübnan işgali gerçekleşti.

İşte 1992'de başlatılan FKÖ ile barış süreci de bir nevi 'stratejik geri adım'dı. Bu aslında post-modern bir savaş taktiğinin kamufle edilmesinden başka bir şey değildi. Bu durum Ortadoğu'daki süreci yakından takip eden aydınların ve uzmanların gözünden de kaçmamıştı. Bunlardan biri olan Edward Said barış sürecinin başladığı günlerde FKÖ yönetimini uyarmış ve onlara "Talmudist bir milletle" karşı karşıya olduklarını unuttuklarını söylemişti. (Talmudist: Yahudi kutsal kaynağı Talmud'a sıkı sıkıya bağlı). Edward Said'e göre İsrailliler barış sürecinde her satırın, her virgülün ardında bir tuzak hazırlıyor olabilirlerdi.108


Ünlü Ortadoğu uzmanı Edward Said'in International Socialist Review'de yayınlanan röportajı "Benim Sessiz Kalmamı İstiyorlar" başlığını taşıyor


İsrail'de liderler ve hükümetler sık sık değişti. Ama Filistin halkına yönelik işgaller, saldırılar ve bombalamalar kesintisiz bir şekilde devam etti. (Soldan sağa) Şimon Perez, Moshe Dayan, Ehud Barak, Benjamin Netanyahu ve Ariel Şaron.

Filistinlilere Batı Şeria ve Gazze'nin verilmesini içeren bu ilk barış teklifiyle İsrail Devleti Filistin direnişini sona erdirmeyi planlamıştı ve bu plan gerçekten bir tuzaktı. Nitekim Oslo görüşmeleri sonucunda FKÖ'nün denetimine bırakılan bu bölge toplam Filistin topraklarının %2'sini bile bulmuyordu. Bunun ötesinde İslami hareketin önemli bir güce sahip olduğu Gazze Şeridi'nin FKÖ'nün denetimine bırakılmasıyla, bu direniş örgütleri İsrail için sorun olmaktan çıkıyordu. Bu anlaşmadan sonra bu bölgedeki direniş örgütleri ile FKÖ emniyet güçleri doğrudan muhatap olacaktı. Dolayısıyla bu pazarlık İsrail'e bir şey kaybettirmiyor, bilakis çok karlı bir ticaret oluyordu. Üstelik Oslo'yu takip eden anlaşmalarla özellikle Kudüs'ün Yahudileştirilmesi çalışmalarına da kolaylık sağlanıyordu.

Zaten Oslo Antlaşması'nın hemen ardından Yahudilerin şehrin çevresinde yeni yerleşim merkezleri inşasına başlamaları da bir tesadüf değildi. Bu gelişmeler her adımı önceden düşünülmüş, ustaca kurgulanmış bir stratejinin işleyişiydi.

 

YÜZEYSEL UZLAŞMA GİRİŞİMLERİ MITCHELL RAPORU

Aksa İntifadası ile birlikte Ortadoğu'da gerilimin doruğa tırmanması, uluslararası çevrelerin yeni çözüm arayışlarına girmelerine neden oldu. Son zamanlarda bu çalışmalardan en çok ilgi toplayanı ise, eski ABD'li eski Senatör George Mitchell başkanlığında bir heyetin, sorunu yerinde inceleyip çözüm önerilerini sundukları "Mitchell Raporu"ydu. Raporun ana amacı İsrail-Filistin gerginliğinin temel nedenlerini belirleyebilmek ve gelecekte bu tip çatışmaların nasıl önlenebileceğine dair çözüm önerileri sunmaktı. Ne var ki, hazırlanışı 8 aydan uzun bir süre alan rapor beklenen neticeyi vermedi. Bugüne kadar Ortadoğu'da barış için atılan pek çok adım gibi Mitchell Raporu da, nihai barışı sağlama çabasından ziyade suni bir yatıştırma çabasından öteye gitmedi.


Mitchell Komisyonunun başkanı George Mitchell.

Mitchell Raporu'nda her iki tarafı da memnun etmeye yönelik ifadeler elbette vardı. Ancak Mitchell Raporu'nu yetersiz kılan en önemli unsur raporun gerçek sorunun üzerine gitmemesi ve bu konuda samimi önlemler, yaptırımlar içermemesiydi. Raporda bir yandan İsrail'in aşırı şiddete başvurduğu dile getirilirken bir yandan da Filistin lideri Yaser Arafat Oslo Barış Süreci'ni sabote etmekle suçlanıyor, ancak gerçek suçlu ve gerçek mazlumun kim olduğu dile getirilmiyordu. Kendilerinin bir yargılama makamı olmadığını belirten komisyon üyeleri, halen devam eden İsrail terörü ve katliamlarından ise hiç bahsetmiyorlardı. "Kimseyi yargılayamayacaklarını" dile getiren üyelerin, raporun tamamı incelendiğinde, asıl demek istediklerinin "İsrail aleyhinde hiçbir somut karara varılamayacağı" olduğu açıkça görülebilmekteydi. Ünlü Ortadoğu uzmanı Daniel Pipes ise raporun "sözde" tarafsız tutumunu şöyle aktarmaktaydı: "Mitchell Komisyonu'ndan II. Dünya Savaşı'nın başında bir rapor hazırlaması istenseydi, Hitler'in Polonya sınırını geçişinden üzüntü duyduklarını, ama bunun Varşova'nın provokatif eylemleri sonucunda gerçekleştiğini söyleyeceklerdi."1

Nitekim henüz rapor yayınlanmadan önce üst düzey bir İsrailli yetkilinin ünlü İsrail gazetesi Ha'aretz'de yer alan yorumu, raporun gerçekten adil bir barışı sağlayıp sağlayamayacağı konusunda önemli ipuçları vermekteydi. Bu yetkili komisyonun raporunda büyük ihtimalle Filistin'i barış görüşmelerini sabote etmekle, İsrail'i de aşırı şiddet uygulamak ve yeni yerleşim alanları açmaya devam etmekle suçlayacağını belirtiyordu. Ancak daha da önemli olan sözleri şöyleydi: "... Yeni yerleşim yerleri açılmaması ve aşırı şiddete başvurulması gibi genel eleştirilerle baş edebiliriz. Ancak raporun yapacağı herhangi bir işlevsel öneri bizi çok uğraştırabilir. Bölgeye uluslararası gözlemciler gönderilmesini talep etmek bu önerilerden biri olabilir." Bir başka İsrailli yetkili ise şu sözleri ile dikkat çekiyordu;

"Komisyonun sorumluluk sınırını aşmaması konusunda ısrarlıyız. Bu şu anlama geliyor, komisyon gerçekleri ortaya koymalı ve bunun ötesine gitmemeli. Sorunun uluslararası bir konu haline getirilmesine, uluslararası gözlemcilerin katılımı ile uluslararası bir mecrada tartışılır hale getirilmesine karşıyız".2

Rapor açıklandığında aynen İsrail tarafının istediği gibi hiçbir "işlevsel öneri" içermedi. Sadece genel eleştiriler yapan rapor tam da İsrail'in istediği nitelikteydi. Nitekim raporun açıklanmasının üzerinden geçen süreye rağmen İsrail tanklarının Filistin topraklarını vurmaya devam ediyor olması raporun bölgeye barışı getirmek konusunda ne kadar başarılı olduğunu göstermektedir.

Oysa kalıcı bir barışı sağlayabilmenin tek yolu tam anlamı ile tarafsız bir tutum sergilemek ve koşullar ne olursa olsun mazlum olanın hakkını korumakla mümkün olur. Filistin söz konusu olduğunda ise mazlum ve hakkı korunması gereken tarafın kim olduğu gayet açıktır. Herşeyden önce İsrail işgal ettiği topraklardan geri çekilmeli ve hakkını gasp ettiği Filistin halkına her türlü hakkı iade etmelidir. Bu gerçek İsrailli barış taraftarları tarafından da sık sık gündeme getirilmektedir:

"Şu sıralarda Filistin kurtuluş savaşının tam ortasında bulunuyoruz. Bu acımasız ve gereksiz savaş, İsrail'in 1967'de Filistin topraklarını zorla işgal etmesi, bu işgal ile 2 milyon insanın baskı altına alması ve bu işgali devam ettirmek istemesi nedeniyle çıktı. Bu savaşın sadece tek bir sonu olabilir: İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve başkenti Doğu Kudüs olacak bağımsız Filistin Devleti'nin kurulması. İşgalin ve baskının sona ermesiyle, bu bölgede barış dönemi başlayabilir."3

Bu koşullar sağlanmadığı müddetçe yapılan barış görüşmeleri ve önerilen uzlaşma teklifleri hedefe ulaşmaktan uzaktır. Ortadoğu'da diplomatik girişimler, İsrail şiddetten vazgeçmediği müddetçe, çatışma alanlarında bir şey ifade etmemektedir. Çünkü Filistin'de İsrail toplarının, tanklarının, füzelerinin sesi diplomasiden daha yüksek çıkmaktadır.

Ariel Şaron Savaşa Hazırlanıyor

Temmuz ayının sonlarına doğru ünlü savunma stratejisi dergilerinden Jane's Defense tarafından ele alınan haber, Şaron'un Filistin topraklarına "barışı" nasıl getirmeyi planladığını bir kez daha gündeme getirdi. Bu habere göre İsrail ordusu 30 bin askerin katılımıyla, F15 ve F16 uçaklarının, yoğun bombardımanın ve ağır silahların kullanılacağı bir savaş planı yapmaktaydı. Savaşın ana hedefi Filistin güçlerini bir daha toparlanabilmeleri mümkün olmayacak şekilde ortadan kaldırmaktı.

Bu planın en dikkat çekici yanı ise ünlü CBS kanalının haberinde de dile getirildiği gibi savaş planın nasıl hayata geçirileceği idi. Bunun için İsrail yönetimi, ideolojisine ve geçmişine uygun bir plan belirlemişti: Yahudilerin yoğun olarak bulundukları bir mekana düzenlenecek intihar saldırısı bu savaşı ateşleyecek unsur olacaktı. Böyle bir plan, İsrail'in Siyonist hedeflerini gerçekleştirmek uğruna gerektiğinde kendi vatandaşlarının hayatlarını bile hiçe saydığını göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Bu bilgi CBS tarafından şu şekilde aktarılmaktaydı:

Rapor İsrail'in işgal planının, geçtiğimiz ay Tel Aviv'de bir diskoya düzenlenen bombalı saldırı benzeri, pek çok insanın hayatını kaybedeceği bir intihar saldırısı ile başlayacağını belirtmekteydi.4

Bununla birlikte, Ariel Şaron'un iktidara gelmesinin bölgede gerilimi daha da tırmandıracağı ve İsrail'in barış sürecinden tamamen koparak şiddeti iyice artıracağı beklenen bir şeydi. "Lübnan Kasabı" olarak tanınan birini kendilerine başbakan seçerken, Siyonistler aslında böyle bir savaşın ilk sinyallerini de vermiş oluyorlardı. Ve bu, Filistin tarafından da beklenen bir durumdu. Bu nedenle İsrail'in, Ariel Şaron yönetiminde, topyekün bir savaşa girişmesi ihtimali hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken bir ihtimaldir.

Böyle bir savaş, Filistin Özerk Yönetimini hedef alan kısmi bir operasyon olabileceği gibi, komşu ülkelerin de dahil olduğu tüm bölgeyi kapsayan bir savaş haline de dönüşebilir. Ancak dünya kamuoyu bu savaşın gerçek yüzünü değil, her zaman olduğu gibi İsrail'in göstermek istediği yüzünü görecektir:

Her zamanki bildik hikaye. İsrailliler sadece barış istiyor. Sözünde durmayan, saldırgan ve bozguncu olanlar Filistinliler, hayatlarını kaybeden vatandaşlarının %95'inden onlar sorumlular ve sadece şiddetten anlıyorlar. Geçtiğimiz akşam İsrailli bir askeri sözcü, "şiddet" dedi, "onların tek anladığı dil.5

 
  Bugün 21 ziyaretçi (30 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol